Yayında mıyız?

“Bu kez çok iyi anladım hocam, son bi tekrar alabilir miyiz?” diye soruyorum. Hocanın saçlar yüksek voltajdan perişan, arkasını dönüp yürürken bir yandan da bağırıyor: “Yok tatlım, senden olmayacak, üzmeyelim birbirimizi daha fazla.”

Noldu ki şimdi? Niye kızdı hoca? Oyun arkadaşlarımın bıkkın yüz ifadelerinde bir cevap arıyorum ama yok! Bu kez sesli soruyorum:

“Arkadaşlar, neyi yanlış yapıyorum ben?”

Çıt çıkmıyor. Herkes aynı anda toparlanıp salondan çıkıyor. Takip ışığının altında, ezber geçiyorum bir kez daha…

Çocukken dinlediğim masallardaki gibi başlıyor her şey. Hangi masal dersen, herhangi biri işte, hepsinin düzeltilmiş versiyonu aynı nasıl olsa. İlk karşılaşma her zamanki gibi durgun su. Soğuk da olsa adım atıyorum, “su çok güzel gelsene” diyorlar çünkü, cesaretim tastamam bundan. Bir de Yıldız’ın lafı aklımda dönüp duruyor o anlarda, “Bebeğim üzülürsün kendinsin geç kaldığın“. Gerçekten doğru, birkaç adım suda ilerledikten sonra alışıyor insan, dedikleri gibi: “Başta soğuk ama alışıyorsun sonra”.

Akıntı görünüyor uzaktan… “Ayaküstü öpmeseler bari” diyor içimdeki çocuk, o da haklı ama bi sus be çocuk, sen ne bilirsin ki? Adı üzerinde çocuk! Suya alışmamla birlikte içimdeki çocuğu kıyıda bırakıp (çünkü hala aklım bir parça başımda o sıra, güvenlik gereği çocuğun orada kalması hayrına) taklacı güvercinler gibi dans ediyoruz, tüm marifetlerin sergilendiği aşamadayız şimdi. Karşılıklı dans başlıyor, bazen Lindy Hop, bazen Salsa bazen de Tango.

Ne kadar süre dans etmişiz, neler yaşamışız o zaman diliminde bilmiyorum ama akıntının ortasındayız şimdi.

“Hayat işte” diyorum içimden, olur öyle, ileride suyun durulduğu bir yer bulunur elbet. “Hayat işte” mottom, içinden çıkamadığım anlarda koşturduğum bir sığınak gibi.

Arada bir etrafa bakınıyorum, hoca izliyor mu, masal anlatıcıları memnun mu diye… Herkes pürdikkat bende ama sanki bir yandan da yanlışımı kovalıyorlar. Onlar dikkat kesildikçe elim ayağım birbirine dolanıyor. Bildiğimi de unutuyorum… Bakmayın bana diyemiyorum, çünkü sesim gitti işte!

Paranoyalar başlayınca sesim gider benim. Kendi kendine saatlerce konuşur içimdeki hücreler ve ben saçmaladığımı bile bile dinlerim hepsini. Aynı anda konuşmasalar keşke, o çok zor oluyor. Birine cevap verirken diğeri bastırıyor;

“Babam ve Oğlum”daki perişan eden replik gibi: “Yüreğim yangın yeri gibi biliyor musun? Gözü arkada kalmak böyle bir şey galiba”… Onları dinlerken zaman akıntıya kapılmış gidiyor.

“Sanılanın aksine midyeler regl olmaz dostum!” Kim söyledi bunu? Doğru bildiğimiz yanlışlar karşısında ne kadar yanlış olduğumuz, kendimizi aptal gibi hissettiğimiz anlara benziyor. Eski dostlarımla midyecide yarım ekmekleri gömdükten sonra demişti biri, “Midyeyi regliyken yersen zehirlenirsin” diye. Al bunu, at fav’a, zamanı gelince kullanırsın bir yerde. Ama yanlışmış işte, insan böyle bir bilgiyi teyit etmeden uluorta söyler mi hiç? Fav’a atılanları sorgulamadığımızda hep böyle olur zaten.

Derken akıntının sonunun bağlandığı şelaleye gelmişiz bile. Elini tutuyorum, yanında birini istediğin zamanlar vardır ya hani, işte o zamanlardan bu zaman, o zamanlardayım şu an. Birinin elini tutarsam korkularım, paranoyalarım geçecek çünkü, biliyorum. Ona anlatabilsem şu an, kısacık anlattığımda anlayabilse, şelaleymiş, gelsin hepsi sıradan, çok da fifi! Ama işte o el bazen tutunurken bazen de havada kalıyor.

Artık şelalenin sesinden duyulmuyor hiçbir şey. İçimde fütursuzca konuşan hücrelerin de sesi kesildi sanki ya da “O iyi hücreler, o güzel atlara binip çekip gittiler” yol yakınken. Beni ben delirtmedim oysa, elbirliğiyle gelmedik mi buraya? Şimdi işler sarpa sarınca arazi olmak en kibar haliyle saygısızlık değil mi?

Şelalenin tepesinden el ele bırakıyoruz kendimizi. İnsan düşüşe geçtiğinde film şeridi akmıyor gözünün önünde, aksine film kopuyor!

Makinist sigara molasında olmalı ya da 10 dakika ara mı verildi? Buradaki boşluk hissini pop corn kokusu bile doldurmuyor.

Ve yine durgun sudayız… Su sıcak mı soğuk mu bilmiyoruz. Çoktan alıştık çünkü ısı dengesinin dengesizliğine. Bir ayar bulduk ve karar aldık, hep bu sıcaklık ayarında olmaya. “Ilık” dersiniz siz ona belki ve muhtemelen küfür gibi gelir bize bu tanımlama. Bazı sıfatları akıntı sırasında bıraktık biz; çünkü yüklerinden kurtulunca özgürlüğe kanat çırpar insan…

Şimdi sarılma zamanı… En basiti hala hayatta olmamıza gelsin bu sarılma, gecenin ilk “şerefe”si gibi, arkası gelecek gibi, arkası hep gelir gibi.

Kıyıya bakıyorum, içimdeki çocukla göz göze geliyoruz. Beni buraya kadar takip etmiş çocuk, ah güzel çocuk… El sallıyor bana, ben de ona el sallıyorum. Hoca ve masal anlatıcılara bakınıyorum, ortada yoklar. Yukarıda kaldılar herhalde diye düşünürken adam ilk kez konuşuyor:

“Kendi masalını yazarken hoca da sensin anlatıcı da. Bırak artık şu sorgulamaları da bir şeyler yiyelim, acıktım ben!”

Biz el ele, karşılıklı gülerken alkış sesleri yükseliyor. Salonun ışıklarını açıyor birileri. Kalabalığı o an fark ediyorum, kapalı gişe oynamışız bu akşam, salon hıncahınç dolu! Hoca sahneye yürüyor ayakta alkışlayanlar arasından ve dosdoğru bana:

“Bak, isteyince ne güzel oynuyorsun” diyor. Benimse aklımda hala aynı şaşkın düşünce: “Yayında mıyız?”

Yorum bırakın