RED KİT’LE SALT MUHABBETLER 

Kireçburnu’nda sıradan bir gün

Zencefil kokusunu içime çekip, koca bir yudum aldım kahvemden… Starbucks’ın yılbaşına özel lattesinin tadı gerçekten çok başka diye reklamcı klişeleri geçerken aklımdan, telefonum titreyerek sağa yalpaladı. 

Tuş kilidini hemen açamadığın anlar vardır ya; filmin koptuğu, makinistin ihtiyaç molasına çıkıp da yerine kimseyi bırakmayı akıl etmediği, yoğun bakım ünitesinde uzun bir “dıııttt” sesinin duyulduğu, yürüyen merdivenin son basamağından kocaman atlarken metronun kapılarının kapandığı, uzun süre kitap okuduktan sonra arkanı döndüğünde kütük mumun eriyip masanın üzerinde hükümdarlığını ilan ettiği, taksiciye 5 lira yerine 50 lira verdiğini indikten sonra fark ettiğin anlar gibi, tuş kilidini hemen açamadığın anlar vardır. Merhaba o an!

“Salt’a uğra, başka bir apartman daha göreceksin.”

“Salt’a uğra, başka bir apartman daha göreceksin.”

“Salt’a uğra, başka bir apartman daha göreceksin.”

Sanırım bu kadar yeter. Okuduğumu anlıyorum 5 yaşımdan beri. Ama okuduğumu algılayamadığım olur, bu da öyle bir satır benim için. Üç kere okumam içeriğini değiştirmedi. Manasından çok manayı kimin seslendirdiğiyle alakalı. Sahi yeri gelmişken mana da ne ki? İçi boşaltılmış birtakım kavramlar üzerine, o kavramların umuru olmaksızın uzun uzadıya konuşup dertlenmek niye? Neyse. 

Sahi Red Kit atını gün batımına doğru sürmemiş miydi 13 yıl önce? Şimdi benim telefonumu yalpalatıp benzer etkiyi bende de yaratan bu mesaj da nereden çıkmıştı? Starbucks’ın yılbaşına özel lattesinin kafası gerçekten çok başka dedi içimdeki klişe. Film başlamadan önce dev perdede dönen bir slogan aklıma takılmış da sürekli onu tekrarlıyorum gibi… Latte beni fena halde çarpmıştı sanki. Telefonu sakince masaya bıraktım. Derin bir nefes alıp bir sigara yaktım, neyi kutluyordum ki? Dört dakika geçti aradan. Artık hazırdım. Rengimi asla belli etmeyecektim. Artık o küçük kız büyümüştü ve üstelik kimse beni bitiremezdi. Red Kit mi? Güldürme beni kuzen!

“Listeye alındı.” yazdım. En az latte sloganım kadar dahiyane, iş bitirici, umursamaz mesajımı yazmamın haklı gururuyla rahatsız döner koltuğuma yaslandım. Utanmadan bir de kaykıldım, çünkü zafer benimdi!

Ve her şey “bir kez daha” böyle başladı. 

Sadece onu çok iyi tanıyanların bileceği bir stratejidir bu. Red Kit, avına olmadık zamanlarda yaklaşır. Bunun için çoğu kez bir plan da yapmaz. Yalnız kovboy aklına eseni yapar, Daltonlar’ın da her dem gafil avlanması bu yüzdendir. Onu uzun uzun düşünmeniz, duman dahil farklı yollarla haber uçurmanız anlamsızdır. Hiç aklınızda ya da hayatınızda yokken bir kibrit çakışıyla ortalığı tutuşturabilmesi sizin halihazırda bir çıra olarak hayata devam etmenizle alakalıdır. Ve evet, Red Kit çıraları sever. 

“Birinci katta sergi devam ediyorsa” dedi. Susmayacaktı, hatırlıyordum onu. “Tamamdır” dedim, en kısa söyleyeceğim şekliyle-çünkü “OK” demezdim ben. “OK” diyenleri de her seferinde uyarırdım. Küfür gibi gelirdi. İmkan verilseydi “OK Yazmayı Sevmeyenler Derneği” (kısa adı: OYSD) olan bir dernek bile kurabilirdim. “Ve en üst kata çıkıp arka ahşap masada oturmayı unutma. Bahçede.” yazdı. Salt üzerine anlatacakları bitmeyecekti sanki. 

13 yıl sonra salt bir nedenden benimle iletişim kurmaya çalışması yağmurlu bir güne denk gelmişti. Kasım ayının sondan üçüncü günü, Beyoğlu’nun en güzel zamanları… “Bayağı bayağı kısa film oldu bu, sinopsis tamam!” yazdım, ekranın karşısında gülümsediğini bilerek. “Sana katılmayı isterdim, o zaman bağımsız film sayardık” dedi ve bu kez ben güldüm, o ise karşı taraftaki benim yanaklarımın kızardığını bilmenin keyfini yaşıyordu. 13 yıl önce de böyleydi çünkü… O bir şey derdi, ben yüzüm kızararak gülerdim. Stockholm Sendromu var bende. Bazı şeyler hiç değişmiyor. 

13 yıl önce… Kimileri için uğursuz sayılan bu rakamın benim ve onun için uğurlu sayılmasından çok daha fazla kesişim noktamız vardı. Aynı kentin havasını soluduğumuz ve hatta aynı sokaklarda fink attığımız halde bunca yıl birbirimize değmememiz, anca masallarda olurdu ya da gezegenin işine karışılmazdı.

O zamanlar beni bir kulüpte görüp, “Bu kız kim? Benim olmalı” demiş, ondan ve arkadaşından dinlemiştim hikâyeyi. Renkli spotların altında, karmaşanın içinde birbirlerinin gözlerinin içine kilitlenen iki insan için zaman durmuş gibi bir başlangıçtan söz etmiyorum yani, planlı bir girişim düpedüz. Çünkü Red Kit bu. Üstelik benim için çok fazla uğraşmasına da gerek kalmayacaktı.

Masallara inanan biri için büyülü bir gerçeklik yarattığınızda kenara çekilip izlemeniz yeterlidir. Artık o insan için yapılacak pek fazla bir şey yoktur. Kötü senaryolardan uzakta, rüzgara bırakmıştır kendini. 

Rüzgara bırakmıştım kendimi… İki yıla yakın ayazda bıraktım kendimi. Hayatında biri olduğunu öğrendikten sonra arama mesafe koymayı denedim, savrulmaya devam ettim ama yakın arkadaş olalım istedim. O hep bir şekilde yanımda olsun istedim. O da bir şekilde hep yanında olayım istedi… Hep! Yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda uzun uzun hiçlikten bahsedeceğimizi bilmiyordum o an.

“Hep”in yerini “hiç” aldığında büyüdük sanki biz… 

Saatlerce telefonda konuşurduk. Bazen uyurdu ben konuşurken bazen de sokaklarda dolaşırdı. Bir gün ankesörlü telefondan onu aramamı istedi. Elbette benden isteneni harfiyen uyguladım. “Şimdi kapat ve bekle” dedi. Akşam karanlığında kulübenin içinde beklerken ne yaptığımı sorgulamadım, bekledim. Ankesörlü telefon filmlerdeki gibi çaldığında çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Çocukluk işte diyemem, şimdi olsa yine mutlu olurdum;

ankesörlü telefonun sizin için çalıyor olması mutluluktur çünkü…

Bazen birkaç gün konuşmadığımız olurdu. Böyle zamanlarda onu hiç rahatsız etmezdim. Özel hayata oldum olası lanet bir saygım vardır. Evet, lanet bir saygı! Sonrasında keşke dediğim lanet bir saygı… Günler günleri kovaladı, ben fena halde aşıkken. Ve bir gün kırmızı Nokia’ma bir mesaj geldi: “Beni sevmeni seviyorum ama seni değil.” Merhaba o an!

Tabii o zamanlar çok gencim, içinden çıkamadığım durumlarda kullandığım “Sen kimsin!” lafı da yer etmemiş lügatimde… Uzunca bir süre mesaja baktığımı hatırlıyorum. Eski zaman işte, telefonlarda o zamanlar mesajları ön izleme yapamıyorduk, açıp bakmanız gerekirdi. Bazı mesajlara ise bakma süreniz ne kadar uzunsa sanki karşı taraf o kadar daha çok şey yazmaya devam ediyordu. Camın önündeki masamda olduğumu hatırlıyorum, önümde defterler, kitaplar, şişko ekranlı bir bilgisayar ve fonda Umay Umay’ın son albümü: “Ağzı Bozuk Aşk Mektubu”. Ortam harika! Albümdeki dört numara sanki o an için yazılmış, “Aloooğ” şarkının adı. Ben mesaja bakarken Umay uzun uzun “Aloooğ” diyor birine…

Öyle dağınık bıraktım her şeyi. Susmak hiç bana göre değildi oysa. Ama bazen fena halde yeriydi. O an olduğu gibi.

13 sene geçmiş üzerinden sevgili günlük. Ben bugüne bugün Starbucks’ın yılbaşı lattesinden kafa oluyorsam sebebi var yani. Bunları anlatmamın da. Bazı hikayeler anlatılmalı çünkü. Yok olup gidemeyecek kadar ilginç olanlar özellikle. İz bırakanlar gibi. Beyoğlu gibi. Eski aşklar gibi. Bu da benim hatırlama biçimim.

Hatırlamak için yazıyorum ben. 

Red Kit’le salt muhabbetlerin üzerinden kader ağlarını örerken, bir süper kahramana denk geldiğimi iyiden iyide benimsedim. İki sene geçti birlikte, sonlara doğru asıl süperin ve asıl kahramanın ben olduğumu ufaktan anlamaya başlamıştım ki, film bir kez daha koptu.

Yağmurlu bir gündü, bütün dramatik filmlerde yer bulan klişe bir sahneydik şimdi. Taksiye binerken “İyi ol” dedi. Gülümsedim. Sonrası uzun hikâye…

Yorum bırakın