Gidelim buralardan!

(Şu pozu verebilmek için araba kullanmayı öğrenebilirim-ve evet, tam benlik bir hareket olur bu.)

Her yıl mart ayının ortalarında içimdeki ses “gidelim buralardan” şarkısını söylemeye başlar. “Nereye böyle, bileyim söyle” dersem “Neresi olursa” der, “Deniz görelim yeter”.

Telefonumda Instagram dışında en çok kullandığım aplikasyon emlak siteleri ile Airbnb. Ortada hiçbir şey yokken, hatta belki bir filmin ya da kitabın ortasındayken telefonu açıp bu sitelerde kaybolurum. Masal da böyle başlar, çünkü nasıl bir kenti keşfetmenin en keyifli yolu kaybolmaksa, kendinle ve kendinde kaybolduğun anlar da keyif garantilidir.

Yalnız değilim, biliyorum. Yaşadığı kenti sevse dahi, içinde bastıramadığı gitme isteğiyle “acımadı kiii” diye aynı günü yaşayan benim gibi pek çok kişi var. Neyse ki diyerek bu dürtünün altını kaşıyorum.

Herhangi bir yemek masasında -ki bu genelde rakı sofrası olur- birinin pimi çekmesiyle dökülür herkes. Güneye yerleşip meyhane açma hayali ekonomik gerçeklikle törpülendiyse bunun yerini “Büyük bir arazi alıp minnoş evler mi kondursak üstüne? Hani doğaya saygılı evler var ya, çevreye verdiğimiz zararı da minimuma indiririz hem… Kafamıza estiğinde kaçıp gideceğimiz bir yer olmasın mı?” Olsun güzel arkadaşım, olsun. Peki kafana estiği halleri de yanında götürecek misin?

Yani diyorum ki, valize üç-beş eşya tıkıştırırken dürtülerini, iç seslerini, travmalarını da yanına alacak mısın? Yoksa birkaç günlük yemek ve su ihtiyacını önlerine koyup, anahtarı komşuya mı vereceksin, nolur olmaz diye?

Uzun zamandır aynı hayali kuruyorum. Hayalin başrolünde zeytin ağaçları…

Deniz de var elbet, pencereden görünmese de motivasyonsuz ulaşabileceğim mesafede. Fırından taze simit almak için çıktığımda yolu biraz uzatınca, görebileceğim bir yerde olsun deniz, yeter. Penceremin önündeki yazı masamdan deniz görme hayalimi, yıllar içinde “akmasa da damlar be” kıvamına getirebildim böyle. O yüzden “I have a dream” derken, “Bak o olmuyorsa buna da tamamım ben” diyebiliyorum.

Çünkü büyük hayaller, aynı zamanda olasılıklar labirentine giriş anahtarıdır.

Kafamıza estiğinde gideceğimiz bir yer olsun ama döneceğimiz bir yer de olsun. Bu da yıllar içinde hayaller üzerine biraz kafa yorunca fark ettiğim bir şey. Büsbütün gitmek değil de, istediğim zaman istediğim yerde olabilmek istiyorum. Dünya bizim evimiz değil mi? Sınırlar, pasaportlar, vizeler elimizi kolumuzu bağlasa da, gidelim buralardan dediğimizde zorunlulukları bir kenara bırakamaz mıyız?

16 senedir her fırsatta gittiğim kasaba hakkındaki düşüncelerim, dört yıl önce keskin bir şekilde değiştiğinde anladım; insanın gelecek hayallerinin lokasyonu kolayca yön değiştirebiliyor. Bir şey oluyor -ki aslında bir şeyler oluyor zaman içinde de sen o son şey olduğunda fark ediyorsun bunu- ve “Yok, ben başka bir şey istiyorum artık” diyorsun.

Can Yücel usta çok zaman önce demiş zaten, “Başka türlü bir şey benim istediğim” diye..

O başka türlü bir şeyin ne olduğunu keşfedene dek ömür geçebiliyor. Bu yüzden karar verdiğin anda yola çıkmak, en azından bir adım atmak en akıllıca hareket. Aksi halde o yemek sofralarındaki sonraki muhtemel muhabbet şöyle başlıyor:

“Ah beee! Zamanında oradan bir yer alsaydık keşke… Aldı başını gitti fiyatlar! Geçen sene 300 olan yer için şimdi bi milyon istiyorlar!”

İsterler arkadaşım, isterler, üstelik haklılar da. Çünkü yalnız değilsin!

Çünkü birileri sen masada buz beklerken çoktan ilk adımı attı bile! Belki de yan masadaki kadın kulak misafiri oldu, kim bilir. Senin konuşmaktan zevk aldığın hayalin şimdi kimlerin elinde? “Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni” diyor fondaki şarkı, var mı verecek cevabın? Yoksa olaysız dağılalım. İncinmedir o, kırık olsa duramazdın.

Gidelim buralardan zamanlarım başladı. Aplikasyonlarda favori listeleri oluşturuyorum, oraya buraya enerji yolluyorum, oturup defterlere yazıyorum, şimdilik elimden geleni yapıyorum yani. Gidilecek bir yer, gerçekleşmesini umduğum bir hayalim var.

Zeytin ağaçlarının gölgesinde, verandalı bir ev… Bahçede köpeklerin özgürce dolaştığı, pencere pervazlarında kedilerin siesta yaptığı, renkli fenerlerin dans ettiği, akşamları rüzgarın yönüne doğru konumlandırdığım mumların aydınlattığı bir ev ve evde bir hamak, bir de salıncak…

Kim bilir belki de çocukken dergide gördüğüm bir fotoğraf karesidir bu… O karenin içinde olmayı düşlemekle geçen bir hayat. Ya da bir adım atmak… Atsak ya o adımı? Olmaz mı?

Yorum bırakın